COP26 Zirvesi: ABD-Çin İş Birliği Ne Anlama Geliyor?

Yazar: Mercan Böyük - 29.11.2021


Birleşmiş Milletler (BM) İklim Değişikliği Konferansı olarak bilinen Taraflar Konferansı (Conference of Parties, COP), 31 Ekim – 12 Kasım 2021 tarihlerinde İskoçya’nın Glasgow şehrinde gerçekleştirilmiştir. Küresel ısınma ile mücadele kapsamında sera gazlarının salınımının azaltılması amacı ile bu yıl 26’ıncısı düzenlenen ve 200’e yakın ülke temsilcisi dışında dünyaca ünlü çevreciler, uluslararası dev şirketler, ve sivil toplum kuruluşlarının da katıldığı COP26 zirvesinde iklim değişikliği adına çeşitli kararlar alınmış olmakla birlikte ülkeler arasında karşılıklı suçlamalar konunun siyasi boyutunu gözler önüne sermiştir. Bu bağlamda özellikle Çin ile ABD arasında son dakika varılan uzlaşının ne anlama geldiğini anlamak BM sürecinin geleceği açısından önemli çıkarımların yapılabilmesine de yardımcı olacaktır.

26. Yılında BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi
1992 yılında Brezilya’nın Rio de Janeiro kentinde düzenlenen “Rio Çerçeve ve Kalkınma Konferansı’nda” imzaya açılan İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi, BM öncülüğünde imzalanan ilk çerçeve sözleşmesidir. Rio Konferansı’na katılan ülkelerin onayı ile birlikte sözleşme 21 Mart 1994 döneminde yürürlüğe girmiş, 1995 yılında Berlin’de düzenlenen zirve ile İklim Değişikliği Konferansı yani COP’un ilk başlangıcı yapılmıştır.

COP1’de taraflardan Almanya’nın o dönem Çevre Bakanı olarak görev yapan eski Şansolye Angela Merkel başkanlığında alınmış olan karar ile “Bilimsel ve Teknolojik Danışma Yardım Organı” ve “Yürütme Yardımcı Organı” adında iki yeni kurum oluşturulmuştur. Konferansta ayrıca bir protokol gündeme gelmiş ve karbon gazı salınımının 1995 yılından 2005 yılına kadar belirli bir oranda azaltılması öngörülmüştür. Fakat protokol kabul edilmeyerek ilerleyen iki yıllık süreçte Kyoto Protokolü hazırlık çalışmaları başlamıştır.

COP3 Zirvesi, 1997 yılında Japonya’nın Kyoto kentinde gerçekleşmiştir. Yoğun geçen görüşmelerin ardından taraf ülkelerin katılımı ile Kyoto Protokolü kabul edilmiştir. Protokolde, sanayileşmiş ülkeler 1990'daki emisyon oranlarını 2012 yılına kadar yüzde 5 oranında azaltmayı taahhüt etmişler ve yine bu protokol kapsamında en çok sera gazı emisyonuna sahip olan Amerika Birleşik Devletleri (ABD) bu taahüttü desteklemiştir. Fakat 2001 yılında iklim değişikliği ile ilgili yeterince bilimsel kanıt olmadığını iddia ederek ABD anlaşmayı imzalamasına rağmen protokole uymayacağını açıklamıştır.

2015 yılında Paris’te yapılan COP21 zirvesinde ise varılan mutabakat ile birlikte ortaya çıkan Paris Anlaşması ilk uluslararası iklim anlaşması olarak tarihe geçmiştir. Paris Anlaşması'nın uzun dönemli hedefi, endüstriyelleşme öncesi döneme kıyasen küresel sıcaklık artışının 2°C'nin olabildiğince altında tutulmasıdır. 4 Kasım 2016 itibariyle yürürlüğe giren kararlar herkesin uymakla yükümlü olduğu kararlar olarak belirlenmiş ve anlaşmanın maddelerinin COP26 zirvesine de taşınması kararı alınmıştır.


Bununla birlikte COP zirvelerinde yani yaklaşık 30 yılı aşkın bir süredir, Birleşmiş Milletler’in hazırladığı raporlara göre iklim krizine karşı hala daha önemli bir adımın atılmadığı belirlenmiştir. Bugüne kadarki COP zirvelerinde başarıya ulaşılıp ulaşılmadığı konusunda da net bir şey söyleyebilmek mümkün değildir.

Bu bağlamda geçtiğimiz haftalarda düzenlenen Glasgow konferansında Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Antonio Guterres fosil yakıt kullanımının,  küresel ısınmayla birlikte insanlığın sonunu getireceğine bir kez daha vurgu yapmış ve “Kendi mezarımızı kazıyoruz” sözlerini kullanarak küresel iklim krizinin önemine dikkat çekmiştir. İklim konferansında ayrıca Paris İklim Anlaşması’ndan sonra geçen son altı yılın en sıcak yıllar olduğuna dikkat çekilmiş ve uluslararası topluluğa somut eylem konusunda çağrıda bulunulmuştur.

Sera gazı emisyonlarının azaltımının, iklim değişikliği etkilerine adaptasyon ve dayanıklılığın güçlendirilmesinin ve kriz çerçevesinde savunmasızlığı daha fazla olan ülkelere yönelik finans ve destek artırımının hızlandırılmasının hedeflendiği zirvede çeşitli konularda ilerleme kaydedilmiştir. Bu anlamda metan gazı salımının 2030’a kadar yüzde 30 azaltımını ön gören, ABD ve Avrupa Birliği (AB) arasında başlatılan önemli bir taahhüt olmuştur. Bu uzlaşıda, ABD ve AB’de bulunan ülkeler dışında İngiltere, Birleşik Arap Emirlikleri, Vietnam, Endonezya, Irak, Japonya, Pakistan gibi birçok ülke de yer almıştır. Bunun dışında dünya ormanlarının büyük bir yüzdeliğine sahip olan ülkeler ise ormansızlaşmayı durdurma sözü vermiştir. Zirvede karar alınan diğer önemli bir konu, küresel ısınmaya ve hava kirliliğine sebep olan kömür kullanımının aşamalı olarak kaldırılacağı olmuştur.

Ayrıca, Türkiye’nin de aralarında bulunduğu 40’ın üzerinde ülke Paris Anlaşması kapsamında belirlenen hedeflere ulaşabilmek adına temiz teknolojilerin ve sürdürülebilir çözümlerin geliştirilmesinin ve yaygınlaştırılmasının hızlandırılması ve aynı zamanda tüm bunların herkes için makul fiyatlı ve erişilebilir olması amacıyla uluslararası alanda birlikte çalışma taahhüdü olarak "Atılım Gündemi" hayata geçirlimiştir.

Devamında üye ülkelerden 2025 veya 2030 yılına kadar, ulusal katkı beyanı adı da verilen emisyon oranı için bir hedef koymaları istenmiştir. Ülkeler aynı zamanda küresel hava sıcaklığını 1,5 derecede sabitleyerek, Paris İklim Anlaşması’nda alınan kararların işler hale gelebilmesini sağlama isteklerini de ortaya sunmuşlardır.

Genel anlamda bakıldığında alınan kararlar geçmiş COP zirvelerinde alınmış olan kararlar ile benzeşmektedir. Bununla birlikte geçmişte alınan kararlar sonucunda da ülkelerin beklenen performansı göstermediklerini ve somut önlemleri hayata geçirmekte ikilem yaşadıklarını söylemek mümkündür. Örneğin müzakereler sırasında verilen kömürden vazgeçme taahhütlerinde günümüzde en fazla emisyona sahip Çin, ABD, Hindistan, Rusya ve Avustralya gibi ülkelerin imzası bulunmuyor.

Bu anlamda müzakerelerde dikkat çekici bir diğer gelişme yine en fazla emisyona sahip Çin, Rusya, Suudi Arabistan ve Hindistan devlet başkanlarının herhangi bir gerekçe belirtmeden konferansa katılmaması olmuştur.


Bu durum zirve sürecinde ve esasında yıllardır süren müzakerelerin tümünde yaşanan temel sorunun gelişmekte olan ülkeler ve yüksek gelirli ülkeler arasında izlenilecek yol ve sorumlulukların paylaşımı noktalarında yaşanan uzlaşmazlıktır.

Bu bağlamda konferansta, ABD ve Çin arasında iklim krizi ile mücadelede iş birliği yapılacağı yönünde görüş bildirmiştir. Bu işbirliği, Paris İklim Anlaşması’nda da belirtildiği üzere küresel ısınmayı 1,5 derece sınırlandırma hedefine ulaşmak olmuştur. ABD'nin iklim elçisi John Kerry ve Çin'in aynı pozisyona sahip yetkilisi Xie Zhenhua’nın üzerinde mutabık kaldıkları anlaşmaya göre dünyanın en büyük kömür üreticisi ve aynı zamanda tüketicisi olan Çin, çevreyi en çok kirleten fosil yakıt olan kömürden başka enerji kaynaklarına yönelme sürecini hızlandırma taahütü vermiştir.

Peki, ABD ile Çin’i iş birliği kararı almaya iten nedenler nelerdir?
Bir taraftan son dönemlerde Asya Pasifik’te ve Tayvan konularında diplomatik anlaşmazlıklar yaşayan iki küresel güç ABD ve Çin'in vardığı anlaşma, iklim krizi ile mücadele konusunda acilen eyleme geçme ihtiyacının kabulu ve bu anlamda COP26 zirvesine katılan ve özellikle fosil yakıt üreten ülkelere verilen güçlü bir mesaj olarak değerlendirilebilir.

Fakat daha eleştirel bir bakış açısıyla yaklaşıldığında iklim mevzusunun küresel bir krizi önleme çabasından ziyade; küresel güç mücadelesinin ve uluslararası müdahalelerin yeni meşruiyet alanı olarak değerlendiren analizler Çin ve ABD’nin konuyu kendileri açısından fırsata çevirmeye çabalamakta ve yeni müdahalelere meşruiyet zemini yaratacak bir sürece kapı aralamaya çalışmakta olduklarını belirtmektedir.

Öte yandan iklim uzmanlarının önemli bir kısmı, eksikleri olsa da bu anlaşmanın arkasında durmak gerektiğini savunmaktadırlar. Bu çerçevede iklim krizinin etkilerinin giderek daha büyük tehditler oluşturacağına işaret eden uzmanlar, bu tehditlere karşı savunmasız olan gelişmekte olan ülkelere sağlanacak finansman ve teknoloji transferi gibi desteklerin artırılmasının aciliyetini vurgulayarak COP26 sonrasında hazırlanan Glasgow İklim Paktı’nın itirazlara rağmen bütün ülkeler tarafından imzalanmasının önemli bir başarı olduğunu vurgulamaktadır.

Sonuç olarak küresel iklim krizi tüm insanlığın ortak sorunu olup, iklim krizi ile mücadele tüm insanlık açısından hayati önem taşımaktadır. Bu çerçevede ABD ile Çin arasında yapılan anlaşmanın temel etkenleri her ne kadar tartışılır olsa da ilerleyen süreçte verilen sözlerin olumlu ya da olumsuz sonuçları ile birlikte iklim krizi konusunun uluslararası diplomasi gündeminin ilk sıralarında yerini korumaya devam edeceğini söylemek mümkündür.