
Yazar: Nur Köprülü - 15.02.2025

7 Ekim 2023’ten sonra Orta Doğu coğrafyasında yaşanan gelişmeler ve tırmanan çatışma ortamı bölgedeki siyaset ve düzeni yeniden şekillendirmekle kalmayıp, uluslararası ölçekte de hissedilir bir kırılma yaşanmasına neden olmuştur. 7 Ekim 2023’te Hamas’ın ‘Aksa Tufanı’ adıyla İsrail’e yönelik saldırısı ile başlayan süreç, İsrail’in Gazze’ye yönelik askeri operasyonlar düzenlemesine ve meselenin Lübnan’a tezahür etmesine yol açmıştır. Tüm bu gelişmelerden bağımsız olarak okunamayacak bir diğer önemli gelişme ise 8 Aralık 2024 tarihinde Suriye’de 1970 yılından bu yana ülkeyi yöneten Esad rejiminin devrilmesiyle yaşanmıştır. Bir diğer deyişle 2024, uluslararası toplum nezdinde Orta Doğu’daki gelişmeler ve bölgesel savaş olasılığının konuşulduğu bir sene olmuştur. Hatta, İsrail ve İran’ın ilk kez bu denli sarih bir şekilde karşı karşıya geldiği bu dönemde, bölgede birçok dinamiğin hızla devreye girdiği ve tabiri caizse ‘afet-i azam’ endişesi içerisinde geçirdiğimiz bir sene olduğunu söylemek yerinde olacaktır.
Tam 471 gün sonra Amerika Birleşik Devletleri (ABD), Mısır ve Katar’ın arabuluculuğunda 19 Ocak 2025 tarihinde Hamas-İsrail arasında ateşkesin sağlanmasıyla nispeten bölgedeki tırmanmanın – bugün için ifade etmek gerekirse – irtifa kaybettiğinden bahsetmek mümkündür. Orta Doğu’daki tüm bu kritik gelişmelerin tam da ABD’de yönetimin yeni Başkan Donald Trump’a geçişi sırasında hayata geçmiş olmasını bir tesadüf olarak değerlendirmek doğru olmayacaktır.
Yukarıda da ifade edildiği üzere, ateşkesin sağlanması nispeten olumlu bir gelişme olarak okunsa da sürecin kırılganlığını göz önünde bulundurmakta fayda vardır. Şöyle ki, Filistin-İsrail Uyuşmazlığı'nın çözüme doğru ivme kazanamaması ve iki-devletli çözümün (ve beraberinde Batı Şeria’nın statüsünün) akıbetinin belirsizliği bundan sonraki gelişmeleri ve bölgedeki düzen inşasını önemli ölçüde etkileyecek potansiyele sahiptir.
Bölgede ‘yeni’ bir siyaset ve düzene doğru mu?
7 Ekim öncesi döneme baktığımız zaman, 2010-2011’de başlayan Arap Ayaklanmaları'nın ardından oluşan güçler dengesinin başta Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) olmak üzere, Körfez ülkeleri ve İsrail’e doğru kaydığını belirtmek gerekmektedir. Bu dönemde, İsrail ile İran ve vekilleri arasında şekillenen bir bölgesel düzen ivme kazanmıştır. Meliha Altunışık’ın da ifade ettiği üzere; 7 Ekim öncesi dönemde bölgesel politikayı ‘bölgesel normalleşme’ paradigması ve “Körfez merkezli bölgesel düzen” şekillendirmiştir. Bu normalleşme süreçlerinin başında 2020 yılında ABD arabuluculuğunda İsrail’in BAE ve Bahreyn ile imzaladığı ‘İbrahim Anlaşmaları’ gelmiştir. Bu süreç daha sonra Fas ve Sudan’ın İsrail ile ilişkilerini normalleştirmeye yönelik attıkları adımlarla genişletilmiştir.

7 Ekim öncesi dönemde normalleşme süreçlerinin bir diğer ayağını Çin’in öncülüğünde Suudi Arabistan-İran yakınlaşması oluşturmuştur. Böylece bölgedeki siyaset tahayyülü ‘Filistin-İsrail Uyuşmazlığının kapsamlı bir çözüme ulaşmadan da’ bölgedeki ilişkilerin ve iş birliği alanlarının yaygınlaşabileceği kurgusu üzerine inşa edilerek ‘Filistinsiz’ normalleşmenin Uyuşmazlığın çözümüne de katkı koyabileceği ihtimali öne çıkmıştır. Ancak 7 Ekim ve sonrasında yaşanan gelişmeler bölgede ‘normalleşme’ çabalarının ne denli kırılgan bir zeminde hareket ettiğini gözler önüne sermiştir. Her ne kadar İbrahim Anlaşmaları’na taraf Arap ülkeleri normalleşme sürecinden vazgeçtikleri mealinde açıklamalar yapmaktan kaçınsalar da Ürdün Haşimi Krallığı gibi birçok Arap ülkesinde ‘Arap Sokağı’ olarak ifade edilebilecek kamusal alanın canlılığı ve Gazze’de yaşananlara ve insani krize karşı kayıtsız kalınmaması mesajının rejimler üzerinde dikkate değer bir etken olduğu görülmektedir. Nitekim, yapılan çeşitli kamuoyu anketlerinde İsrail ile ilişkilerin normalleştirilmesine yönelik temkinli duruş devam etmekle birlikte, Filistin-İsrail Uyuşmazlığına son verecek yegâne formülün iki-devletli bir çözümden geçtiği sadece halk nezdinde değil, bölgedeki birçok ülke ve siyasal seçkin tarafından da defalarca dile getirilmiştir. Bu kapsamda, Arap ülkeleri dikkate alındığında Ürdün, Mısır ve Suudi Arabistan üst düzey yetkilileri tarafından yapılan açıklamalar öne çıkmaktadır.
Ateşkesin kırılganlığı
19 Ocak 2025 tarihinde hayata geçen ateşkesin ilk aşaması Hamas’ın 7 Ekim’den bu yana rehin tuttuğu İsraillileri, İsrail’in ise hapishanelerde tutuklu bulunan Filistinlileri serbest bırakmasıyla başlamıştır. Altıncı rehine takasının gerçekleştiği 15 Şubat 2025 tarihinde, 3 İsrailli rehine karşılığında 369 Filistinli mahkûm serbest bırakılmıştır. Ayrıca, yapılan ateşkes kapsamında İsrail, Gazze’yi ikiye bölen Netzarim koridorundan çekilmeyi kabul ettiğini bildirmiştir.
İkinci aşamada, İsrail’in Gazze’den tamamen çekilmesine mukabil tüm rehinlerin serbest bırakılacağı ifade edilmektedir. Ateşkesin üçüncü ve son aşamasını ise Gazze’nin yeniden inşası oluşturmaktadır. İşte tam da bu noktada ateşkes sürecinin ve de bölgenin istikrarının ne denli kırılgan olduğunu ABD Başkanı Donald Trump’ın 5 Şubat 2025 tarihinde İsrail Başbakanı Netanyahu’yu kabulünde yaptığı açıklamada gözlemlemek mümkündür. Şöyle ki, ABD Başkanının savaş sonrasında Gazze’yi ‘devralma’ isteğini ve Gazze’de yaşayan 2.1 milyon Filistinlinin bölge ülkelerine yerleştirilmesi önerisini Beyaz Saray’da açıklaması bahse konu sürecin birçok gelişmeyi de beraberinde getireceğini ortaya koymaktadır. ABD Başkanının açıklamalarına gelen tepkiler arasında Filistin Yönetimi Başkanı Mahmud Abbas, BM Genel Sekreteri Antonio Guterres ve sorunun tarafı olan bölge liderlerinden menfi açıklamalar gelmiştir. Yapılan üst düzey açıklamalarda ön plana çıkan temel hususlar; Gazze’nin Filistin devletinin ayrılmaz bir parçası olduğu, Filistinlilerin yerlerinden edilmesinin kabul edilemez olarak görülmesi ve böyle bir gelişmenin bölgesel güvenlik ve istikrara zarar vereceği etrafında şekillenmiştir.
Filistin meselesinin gölgesinde İbrahim Anlaşmaları ve Suudi-İsrail ilişkilerinin normalleşmesi süreci
Suudi Arabistan-İsrail arasındaki ilişkilerin normalleşmesine yönelik atılan adımlar, 7 Ekim saldırısı ve sonrasında yaşanan çatışma ortamından doğrudan etkilenmiş ve iki ülke arasında bir anlaşmaya varılamamıştır. Bölgede 7 Ekim öncesinde ortaya çıkan ve normalleşme odağında şekillenen ‘paradigma değişikliği’, özellikle birinci Trump Döneminde başlayan Yüzyılın Anlaşması ve İbrahim Anlaşmaları ile İsrail’in Körfez Arap ülkeleriyle ilişkilerini normalleştirmesine olanak sağlayan bir girişimin sonucu olarak karşımıza çıkmıştır. Ancak 7 Ekim sonrasında Orta Doğu coğrafyasında bu durumun değişim gösterdiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Öncelikle, değişen en temel dinamiğin ‘Direniş Ekseni’ olarak ifade edilen ve İran’ın başını çektiği bölgesel denklemin başta İsrail’in hem güney hem de kuzey cephelerinde dahil olduğu savaşlar neticesinde yıpranması olmuştur. 2011 Arap Ayaklanmaları öncesinde başlayan ve halk protestoları sonrasında Mısır ve Tunus’ta yaşanan iktidar değişiklikleri, ilaveten Suriye, Yemen ve Libya’da yaşanan iç savaşlar, bölgesel siyasetin belirleyicileri arasında yer alan Kahire ve Şam gibi Arap başkentlerinin ve aktörlerinin yer değiştirdiği ve yukarıda da ifade edilen ‘Körfez merkezli’ Orta Doğu siyasetinin oluşmasına yol açmıştır. 2024 yılının sonuna doğru Suriye’de Esad rejiminin devrilmesiyle bu Eksenin – özellikle 7 Ekim öncesine kıyasla – zayıfladığını ifade etmek mümkündür. Diğer bir deyişle, Orta Doğu’daki siyaset ve ‘düzenin’ İsrail’in manevra alanını genişlettiği bir ortamda şekillenmekte olduğu ve bölgesel güç dağılımının İsrail ve Körfez ülkeleri ekseninde ivme kazandığı görülmektedir. İşte tam da bu noktada Orta Doğu’nun ‘geçirgen’ sınırları dikkate alındığında, Gazze’de binlerce Filistinlinin hayatını kaybetmiş olmasının Arap kamuoyunda yarattığı reaksiyon ve süregelen insani krizin gölgesinde İbrahim Anlaşmaları’nın geleceği ve ne ölçüde genişletilebileceği sıkça sorulan sorular arasındadır. 7 Ekim sonrasında Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed Bin Selman ve Suudi Dışişleri Bakanlığı’nın İsrail ile ilişkilerin normalleştirilmesini Filistin devletinin kurulması ile ilişkilendirmiş olması ve bu hususun 5 Şubat 2025 tarihinde Krallık tarafından yeniden gündeme taşınması, Suudi Arabistan-İsrail ilişkilerinin hali hazırda çetrefilli bir konu olduğunu ortaya koymaktadır.

Tüm bu gelişmeler ışığında, Mısır ve Ürdün Krallığı’nın da bölgesel siyasetin seyrinde aldıkları roller ve bölgesel iş birliği adımları dikkate alınmalıdır. Gazze’de süregelen savaş ve yıkım sırasında Filistinlilerin olası göçünün bölgesel istikrar ve güvenliğe zarar vereceği vurgusu her iki ülkenin en üst düzey yetkilileri tarafından birçok kez dile getirilmiştir. Mısır ve Ürdün yetkilileri, yaşanabilecek yeni bir Nakba’nın sadece Filistin meselesine tezahür etmeyeceğini, aynı zamanda Filistinlilerin (hem Gazze hem de Batı Şeria’dan) olası göçünün bahse konu iki ülkeyi güvenlik, ekonomik hatta kimlik nezdinde tehdit edebileceğini dile getirmektedirler. Ürdün özelinde ifade etmek gerekirse, olası bir kitlesel Filistinli göçü halihazırda ülkenin hassas nüfus dengesini değiştirecek ve Ürdün’ün Filistinlilere ‘alternatif bir vatan (al-watan al-badeel)’ olma olasılığını gündeme taşıyacaktır. Bu husus, Ürdün Krallığı için ‘varoluşsal’ bir tehdit algısı yaratmaktadır. Bu minvalde, ABD Başkanının Gazze’ye ilişkin açıkladığı plan her ne kadar Arap dünyasında yekpare ve ahenkli bir yaklaşım ortaya koyma niteliği taşısa da belirli sınırlılıklardan bahsetmek mümkündür.
Öyle görünüyor ki 2025; uluslararası düzeyde ABD’de Trump Yönetimi’nin atacağı ‘yeni’ adımların konuşulacağı, özelde ise Orta Doğu coğrafyasında yaşanacak gelişmelerin tartışılacağı bir sene olacaktır. Savaş sonrası Gazze’nin nasıl ve hangi aktörler tarafından inşa edileceği en önemli başlıklar arasında yer almaktadır. ABD yönetiminin İran politikası ve Suudi Arabistan-İsrail ilişkilerinin bugünden sonra izleyeceği güzergâh kuşkusuz bölgedeki güç denklemin en temel belirleyicileri olacaktır.
Diğer taraftan Esad’ın devrilmesiyle Lübnan’da tamamen sona eren Suriye vesayetinin etkileri bir süredir görülmeye başlanmıştır. Lübnan’da iki yıldan fazladır devam eden ve 9 Ocak 2025 tarihinde Joseph Aoun’un seçilmesiyle son bulan Cumhurbaşkanı tartışmaları, bugün için söylemek gerekirse Nevaf Selam’ın başkanlığında oluşturulan yeni hükümet ile gündemdeki yerini almıştır.
İçerisinde bulunduğumuz Şubat ayı sonunda Riyad’da düzenlenmesi planlanan ve Suudi Arabistan, Mısır, Ürdün ve BAE’nin yer alacağı zirvede ABD’nin sunduğu bahse konu Plan’a mukabil Arap ülkelerinin ‘Gazze Planı’ tartışılacaktır. Bu minvalde yanıtlanması gereken bir diğer soru ise; Gazze’nin yeniden inşasıyla birlikte 2002 yılında Suudi Arabistan’ın öncülüğünde gündeme gelen ‘Arap Barış İnisiyatifi’ gibi arayışları canlandıracak bir zeminden bahsetmek mümkün olacak mı sorusudur.
Orta Doğu’da bir süredir devam eden ve ‘normalleşme’ üzerine inşa edilmeye çalışılan paradigma değişikliği Filistin meselesinin – hem Gazze hem de Batı Şeria’yı kapsayan düzeyde – tekrardan gündeme taşınmasıyla nasıl bir sürece veya dönemece girecek, önümüzdeki günlerde hep birlikte göreceğiz.