Ürdün Krallığı’nın İstikrar Meselesi Ve Orta Doğu’daki Dengeleyici Rolü

Yazar: Doç. Dr. Nur Köprülü – 16.04.2021


Orta Doğu coğrafyasının en istikrarlı ülkeleri arasında gösterilen ve 2011 yılında tüm Arap dünyasını etkisi altına alan halk protestolarının artçı depremlerinden yara almadan ve rejimini konsolide ederek çıkan Ürdün Haşimi Krallığı ve Kral II. Abdullah, geçtiğimiz günlerde ülkenin istikrarına yönelik bir iç tehditle karşılaştı. Washington Post gazetesinin 3 Nisan 2021 tarihinde yayınladığı “Ürdün Kralı II. Abdullah’a yönelik komplo iddiasıyla yaklaşık 20 kişinin tutuklandığı” haberi tüm dünyada yankı buldu.

2010’da Tunus’ta başlayıp 2011 yılında neredeyse tüm bölgeye yayılan Arap Baharı/Ayaklanmaları yolsuzluklarla mücadele, işsizliğin azaltılması ve daha fazla özgürlük talepleriyle geniş katılımlı halk protestolarını sokağa taşırken, başta Ürdün Krallığı olmak üzere bölgedeki bazı ülkelerin söz konusu halk hareketlerini, sınırlı siyasi ve ekonomik reformlar hayata geçirerek kontrol altına almaya çalıştıkları gözlemlenmişti. Ancak 2018 yılından bu yana Ürdün, Lübnan, Cezayir ve Kuveyt gibi Arap ülkelerinde, iç huzursuzluğun gösteri yürüyüşleriyle yeniden gündeme gelmesi Arap Baharı’nın tam anlamıyla bitmediği konusunda sinyaller vermiştir. Nitekim World Values Survey’in (WVS) yaptığı Wave 7 anketlerine göre, “ülkeyi yönetmenin bir yolu olarak demokratik bir siyasal sisteme sahip olmak hakkında ne düşünüyorsunuz” sorusuna Mısır’da yanıt verenlerin %50,4'ü, Tunus’ta %48,2’si, Lübnan’da %36,8’i ve Ürdün’de ise %25,8’i “çok iyi” yanıtını seçerken; anketlerde verilen “çok iyi” yanıtlarını “oldukça iyi” yanıtlarıyla bir arada düşünüldüğünde sonucun söz konusu ülkelerde demokratik yönetim şeklinin %60 oranında benimsendiği göze çarpmaktadır. Örneğin, Ürdün’de “demokratik bir siyasal sisteme sahip olmak ya çok iyidir ya da oldukça iyidir” diyenlerin oranı %63,5’e tekabül etmektedir.Bununla birlikte, “ülkeniz ne derece demokratik bir yönetim ile yönetilmektedir” sorusuna ise, Ürdünlü katılımcıların verdiği yanıtlar demokratik yönetişim derecesini ölçmede diğer ülkelere kıyasla bir farklılık göstermiştir. Ürdünlüler; Mısır, Tunus ve Lübnan’la mukayese edildiğinde ‘daha demokratik bir yönetim’ şekliyle yönetildiklerini ortaya koymuşlardır. Örneğin, Ürdün’de yanıt verenlerin %16,2’si yönetim şekillerini “tamamen demokratik” bulurken, Mısır’da bu oran %6,1, Tunus’ta %5,0 ve en düşük oran ise Lübnan’da %1,8’lik bir oranla gözlemlenmiştir. Ürdün Krallığının Arap ayaklanmaları sonrasında attığı reform adımları halk nezdinde bir nebze karşılık bulmuş olsa da bu rakamlar Arap coğrafyası genelinde değişim ve demokrasi taleplerinin halen daha canlılığını muhafaza ettiğini göstermektedir. Bu bağlamda Ürdün’de yaşanan Kral II. Abdullah’a yönelik komplo olayı ‘henüz tamamlanmamış’ Arap Baharı’nın bir tezahürü müdür sorusunu gündeme taşımıştır.

Ürdün’de İstikrar ve Rejimin Bekası Meselesi
Ürdün Krallığı, bağımsızlığını kazandığı 1946 yılından bu yana Orta Doğu coğrafyasında yaşanan başta Arap-İsrail Uyuşmazlığı olmak üzere birçok çatışmanın merkezinde yer almış ve Arap-İsrail Savaşları sonucunda göç etmek zorunda kalan Filistinli mültecilerin büyük bir çoğunluğuna ev sahipliği yapar konuma gelmiştir. Krallık, Filistinlilere vatandaşlık hakkı tanıyan tek Arap ülkesi olması bakımından da önem taşımaktadır. Her ne kadar Filistinlilere vatandaşlık hakkı verilmesi ülkedeki yerli Ürdünlü ve göç eden (Batı Şerialı) Filistinli mültecilerin tek bir soydan geldiğine ve ortak bir vatanda yaşadıkları düşüncesiyle ortaya atılmış bir politika olsa da, zaman içerisinde Filistinli-Ürdünlülerin sayısı yerli Ürdünlülere oranla artış göstermiş ve vatandaşlık politikası ülkedeki tüm nüfus dengelerini Filistinliler lehine değiştirmiştir. Öyle ki, Uluslararası Kriz Grubunun (ICG) verdiği rakamlara göre ülkede yaşayan vatandaşların yaklaşık %70’i Filistin kökenli Ürdünlüdür. Ürdünlülere oranla Filistinlilerin sayıca üstünlük göstermesi ve 1970-71 yılında Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) ile Ürdün güvenlik güçleri arasında bir iç savaşın yaşanmış olması, Ürdün Krallığı’nın tarihsel olarak Filistin meselesi ve Filistinlilerin ülkedeki varlığını tehdit olarak algılamasına neden olmuştur. Bu tehdit algısı, İsrail’in sağ görüşten Likud Partisi’nin 1970’li yıllarda ortaya attığı “Ürdün aslında Filistin’dir” tezini güçlendirirken, Ürdün’ü Filistinliler için bir “alternatif vatan” (al-watan al-badil) olarak nitelendirmektedir. Son yıllarda Ürdün Krallığı, Filistin meselesine yönelik olarak atılan ve alternatif vatan retoriğinin yeniden canlanmasına sebebiyet veren adımlardan son derece rahatsız olmuştur. Özellikle ABD’nin Tel Aviv Büyükelçiliğinin 2018 yılında resmen ve fiilen Kudüs’e taşınması ve ABD Başkanı Donald Trump’ın 2019 yılında Yüzyılın Barış Planı’nın açıklanmasına Krallık, Filistin-İsrail uyuşmazlığında “iki devletli” çözümün zarar göreceği düşüncesiyle sert tepki göstermiştir. Krallığın bu bağlamda ortaya koyduğu tepki, genelde yaşayabilir bir Filistin devletinin kurulmasına engel teşkil etmesi, özelde ise Ürdün Haşimi Krallığı’nın bekasına (ve aynı zamanda Ürdün’ün koruması altında olan Doğu Kudüs’teki kutsal yerlere) yönelik olarak algıladığı tehditle son derece ilişkilidir.

Yeni Nesil Muhalefet
Filistin meselesinin çözümsüzlüğünün yanı sıra, Ürdün’ün siyasal istikrarını etkileme potansiyeli taşıyan bir başka husus ise, yerel kaynaklı olarak nitelendirilebilecek ve rejimin geleneksel olarak meşruiyetini dayandırdığı Bedevi aşiretlerinden kaynaklanan yeni bir muhalefet olgusudur. Söz konusu yeni muhalefet ilk olarak kendini 1989 yılında Filistinli nüfus içermeyen Maan kentinde ekonomik durumun kötüleşmesiyle göstermişti. Ürdün Dinarı’nın devalüasyona uğraması ve işsizlik gibi sorunlar nedeniyle Krallık ‘yeni ve yerli’ bir muhalefet’ ile karşılaşmıştı. 2011 Arap Ayaklanmaları ile birlikte söz konusu yerli muhalefet, Jayeen (Geliyoruz) ve özellikle de Hirak (Hareket) isimli muhalif gruplar önderliğinde güçlenmeye başlamıştı. Hirak’ın ülkenin güneyinde Tafila, Kerak gibi kentlerde yaşayan Bedevi aşiretlerden müteşekkil olması ve bu bölgelerde taban bularak mobilize olması son derece önemli bir gelişmedir. Zira Krallık, bağımsızlığını kazandığı günden bu yana siyasal desteğini bahse konu aşiretler üzerinden inşa etmiş ve rejim istikrarını bu aileler ile geliştirdiği patronaj mekanizmasıyla sağlamıştır.

Ürdün’de istikrar tehlikede mi?
3 Nisan günü Kral II. Abdullah’a ve ülkenin istikrarına karşı bir komplo girişimi olduğu gündeme gelmesi üzerine Prens Hamza paylaştığı bir video kaydı aracılığıyla ülke yönetimini “yolsuzluk ve beceriksizlikle” nitelendirmiş; akabinde de çıkan haberlerde başkent Amman’daki evinde gözetim altında tutulduğu öne sürülmüştü. Prens Hamza’nın 1999-2004 yılları arasında Veliaht Prensi olduğu ve 2004 yılında Kral Abdullah’ın Hamza Bin Hüseyin yerine en büyük oğlu Hüseyin bin Abdullah’ı Veliaht Prensi olarak ataması dikkat çekmişti.

Kral II. Abdullah’a yakınlığı ile bilinen Ürdün Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı Eymen Safadi yaşananlara ilişin olarak Hamza bin Hüseyin ile gözaltına alınan diğer üst düzey kişilerin “ülkeyi istikrarsızlaştırmayı amaçlayan, dış güçlerle bağlantılı bir komploya” karıştıklarını ifade etti. Ürdün Genel Kurmay Başkanı Tümgeneral Ahmed el-Huneyti de yaptığı açıklamada ülkenin istikrarını tehlikeye atacak her durumdan Prens Hamza’nın uzak durması konusunda telkinde bulunulduğunu ifade etmişti. Prens Hamza, yaşanan olaylar sonrasında Kral II. Abdullah’a sadakat yemini ettiği bir mektup yazdığını açıklamış olsa da yaşananların nasıl yorumlanması gerektiği konusunda halen çeşitli soru işaretleri mevcuttur.

Örneğin söz konusu olayda göz altına alınan kişiler arasında Besim Awadallah’ın olması dikkat çekicidir. Zira Awadallah Nisan-Haziran 2005 arasında Maliye Bakanı, 2006 yılında Kral II. Abdullah Bürosu’nun müdürü ve 2007 ila 2008 yılları arasında da Kraliyet Haşimi Mahkemesinin başkanı olarak görev yaptı. Gözaltına alınan üst düzey yetkililer arasında tarihsel olarak Krallığa yakınlığı ile tanınan Majali ailesinden Yaser Majali ve Sameer Majali’nin bulunması ise dikkat çeken bir başka husustur. Zira Majali ailesi, Krallığa uzun yıllar sadakat göstermiş, kabinelerde görev almış, parlamentoya seçilmiş, askeri ve güvenlik birimlerinde hizmetlerde bulunmuş bir ailedir.

Ürdün’de bugünden sonrası
Ürdün, gerek İsrail ile Arap dünyası arasındaki konumu gerekse Soğuk Savaştan günümüze dek Batılı ülkelerle istikrarlı bir ilişki modeli geliştirmiş az sayıda ülkelerden birisi olması sebebiyle Arap coğrafyasının “denge” emsali ülkesi olarak nitelendirilmektedir. Dış politikada 1994 yılında İsrail’i (Mısır’dan sonra) tanıyan ikinci Arap ülkesi olması Krallığa bölge siyasetinde hatırı sayılır bir önem kazandırmıştır. Babası Kral Hüseyin’den istikrarlı bir Krallık devralan Kral II. Abdullah, yürürlüğe koyduğu özellikle neo-liberal ekonomi politikalarıyla dikkat çekmiş ve ülkeyi küreselleşen dünyayla bütünleştirme çabası içerisine girmiştir. Ancak uluslararası düzeyde yaşanan ekonomik kriz ve işsizlik gibi sorunlar Ürdün gibi gelişmekte olan ülkeleri derinden etkileyerek Arap ayaklanmalarına sebebiyet vermiştir. Ekonomik alanda karşılaşılan sıkıntılara ek olarak, uzun yıllardır Krallığa destek olan Körfez ülkelerinden Suudi Arabistan’ın 2014’ten bu yana Ürdün’e doğrudan ikili bir yardım paketi sağlamadığını da belirtmek gerekmektedir. 2019 yılı sonunda ülkenin dış borcu, gayri safi yurtiçi hasılanın neredeyse %97’sine eşdeğer bir noktaya ulaşmıştır. Bu çerçevede, Krallığın bugün karşı karşıya kaldığı en temel sorun kuşkusuz ekonomik kaynak ihtiyacını nasıl karşılayacağı konusudur. Son yıllarda Krallığın, Türkiye ile özellikle ekonomik ve yatırım alanlarında ivme kazanan ikili ilişkileri de dikkate değer bir gelişmedir.


Kral II. Abdullah’ın rejim istikrarı açısından karşılaştığı en kritik eşik olan 2011 protestoları, Krallığın reform odaklı politikalarıyla kontrol altına alınabilmiş ve rejim güvenliği (cumhuriyet ile yönetilen diğer ülkelerden farklı olarak) tehditle karşı karşıya kalmamıştı. Şöyle ki, Mısır ve Tunus’ta halk gösterilerinin odak ve ortak noktası sırasıyla “Hüsnü Mübarek” ve “Zeynel Abidin Bin Ali” rejimlerinin devrilmesi yönünde cereyan etmişse de Ürdün’de benzer bir durum yaşanmamıştır. Bununla birlikte Krallık bugün meşruiyetini ve istikrarını muhafaza edebilmiş ve uluslararası toplumdan açık ve güçlü bir destek almayı başarmıştır. Başta Türkiye olmak üzere Filistin, Mısır, Irak, Kuveyt, Bahreyn, Lübnan gibi bölge ülkeleri ve uluslararası aktörler olan Amerika Birleşik Devletleri (ABD), Rusya Federasyonu ve Avrupa Birliği’nden (AB), ve bölgesel kuruluşlar olan İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) ve Körfez İşbirliği Konseyi’nden (KİK) gelen “Haşimi Krallığının güvenliği ve istikrarının korunmasına yönelik destek” açıklamaları satır başlarında yer almıştır. Bu açıklamalar Ürdün Krallığının istikrarının aynı zamanda bölgenin istikrarı ve güvenliği anlamı taşıdığını teyit eder niteliktedir.

Gelinen noktada Ürdün Krallığı, Arap Ayaklanmalarından sonra hayata geçirmeyi taahhüt ettiği politikalarını ekonomik şartların elverdiği ölçüde gerçekleştirmeye devam etmesi ve 1989 yılından bu yana kademeli olarak sürdürdüğü siyasal liberalleşme çabalarına hız kazandırması büyük önem taşımaktadır. Zira Krallığın dış politikada hedeflediği bölge ülkeleriyle denge siyasetine iç siyasette atacağı bütünleştirici politikalarla ulaşabileceğini söylemek mümkündür. Bu bağlamda, rejimin tarihsel olarak meşruiyetini kazandığı Doğu Ürdünlüler olarak ifade edilen ülkenin güney kentlerinde ikamet eden ve yeni neslin temsilcileri olarak anılan Hirak’ın sesi Amman’a taşınabilmelidir.

Sonuç olarak, Arap coğrafyasının bölge ve uluslararası siyasetteki denge sembolü ve rejim istikrarı bakımından emsal teşkil eden ülkesi Ürdün’de, istikrarın tesisi ve sürekliliği sadece Haşimi Krallığının değil bölge istikrar ve güvenliğinin sağlanmasında kritik öneme sahiptir. Bir yandan Arap-İsrail / Filistin-İsrail uyuşmazlığı diğer yandan Irak ve Suriye’de süregelen istikrarsızlık ve çatışmalar bölgenin güvenliğine tehdit oluştururken Orta Doğu coğrafyasının ve toplumlarının en son ihtiyaç duyacağı şey bir başka istikrarsızlık kaynağı olabilecek gelişmelerdir.